Thread Rating:
  • 48 Vote(s) - 3.15 Average
  • 1
  • 2
  • 3
  • 4
  • 5
Farz, Vacip, Sünnet, Müstehap, Mübah "Ef'âl-i Mükellefîn" Ne Demekdir
#1
Dini-1 
Farz, Vacip, Sünnet, Müstehap, Mübah "Ef'âl-i Mükellefîn" Ne Demekdir
EF'ÂL-İ MÜKELLEFİN
Yükümlülük sahibi olanların yaptıkları işler, fiiller.
Ef'âl "fiil", mükellefin de "mükellef" kelimesinin çoğuludur. "Teklif" mastarından türetilmiş olan bu kelime "yükümlülük sahibi kişi" anlamındadır. Şer'i ıstılahta: "İslâmî emir ve yasakların muhatabı olan ve bunlara uymakla yükümlü bulunan kimse" demektir. Bu terkip "yükümlülerin fiilleri" diye Türkçeleştirilebilirse de fıkıh ıstılahında "yükümlülerin fiillerinin şer'î hükümleri" anlamında kullanılmıştır.
Ef'âl-i mükellefin sekiz tanedir: Farz, vâcib, sünnet, müstehab, mübah, haram, mekruh ve müfsid. Bu taksim Hanefi hukukçularına göredir.
1. Farz: Sübûtu ve ifâde ettiği anlamı (delâleti) kesin olan delillerle Allah veya Rasûlünün emrettiği fiiller "farz" adını alır. Farzlar, te'vile (başka anlama) gelme ihtimali bulunmayan âyet veya mütevâtir hadislerle sâbit olur. Namaz, oruç, hac, ibâdetleri gibi. Bunlarla ilgili hem kesin âyetler vardır, hem de Hz. Peygamber (s.a.s.)'in tevâtüre varan yollarla nakledilmiş hadisleri mevcuttur. Farzın hükmü işleyene sevap, terkedene ceza olması; inkâr edenin veya küçümseyenin dinden çıkmasıdır. Bu da farzı ayrı ve farz-ı kifâye olmak üzere ikiye ayrılır:
a) Farz-ı Ayn: Her yükümlü müslümanın bizzat yerine getirmesi gerekli olan farzlardır. Bir kısmının işlemesiyle diğerlerinden yükümlülük kalkmaz. Abdest, beş vakit namaz, ramazan orucu, mükellef olana hacc ve zekât ile İslâm toprakları saldırıya uğradığında cihada çıkmak gibi.
b) Farz-ı Kifâye: Yükümlü müslümanlara ayrı ayrı değil, topluca emredilen şeylerdir. Bir kısım müslümanlar bunu yerine getirince diğerleri sorumluluktan kurtulur. Cihad etmek. Kur'ân-ı Kerîm dinlemek, Kur'ân-ı Kerîm ezberlemek, selâm almak, cenaze namazı kılmak gibi. Farz-ı kifâyenin sevabı yalnız onu işleyenlere âit olur. Bu farzı hiçbir kimse yerine getirmezse bütün toplum günahkâr olur. Bir ibâdetin rükünleri ve şartları kabilinden olan farzlardan birinin terkedilmesi ibâdetin sıhhatine engel olur. Terk kasten olsun yanlışlıkla olsun hüküm değişmez. Kasten terk halinde ayrıca günâha girme vardır. Namaz kılarken rükû veya secde etmeyi terketmek gibi.
2. Vâcib: Farzla sünnet arasında kalan ve amel bakımından farz gibi kabul edilen emirlerdir. Bunları işleyene sevap, özürsüz terk edene ceza gerekir. İtikadı açıdan, inanma bakımından farzın hükmü gibi değildir. Yani vâcibi inkâr eden dinden çıkmaz. Bir ibâdetin vâciblerinden birisini kasden terketmek tahrimen mekruhtur, Sehven (yanlışlıkla) terketme hâlinde ise sehiv secdesi gerekir. Vâcibin de kifâye olânı vardır. Şâban ve Ramazan ayı sonlarında hilâli gözetlemek vacibtir. Fakat herkese vâcib değildir. Diğer vâcib amellere örnek: Kurban kesmek, vitir ve bayram namazı kılmak, yakın hısımlardan ihtiyaç içinde olanlara yardım etmek gibi. Vâcib; sübûlu kat'ı ve delâleti zannı olan delille sabit olur. Bu delil te'vile uğramış âyet veya hadis şeklinde olabilir. Mesela: Kur'ân-ı Kerim'de:
"Namaz kıl, kurban kes" (el-Kevser, 108/2) buyurulur. Burada, bayram namazı kılma ve kurban kesme emrinin muhâtabı Hz. Peygamberdir. Yani bunlar Hz. Peygamber için farz hükmünde olur. Ancak emrin, diğer müslümanları kapsayıp kapsamadığı kesin değildir. Ancak bu emirlerin diğer müslümanların kapsadığı daha kuvvetli görüştür. Böylece sünnetten daha kuvvetli, fakat âyetteki delâletin kesin olmaması yüzünden farz derecesine ulaşmayan bir emir çeşidi ortaya çıkmış olur ki buna vâcib denir (Elmalılı, Hak Dini Kur'ân Dili, İstanbul 1938, VIII/, 6200 vd.).
3. Sünnet: İyi ahlâk, iyi huy. Hz. Peygamber'in sözleri, fiilleri, işleri ve takrirleri. Misvak kullanmak, cemâatle namaz kılmak gibi. Sünnet, müekked ve gayr-i müekked olma küzere iki kısma ayrılır.
a) Müekked Sünnet: Hz. Peygamber (s.a.s.)'in devamlı işleyip nâdiren terk ettikleri farz ve vâcib olmayan amelleridir. Terkedilmesinde "itâb" vardır. Sabah, öğlen ve akşam namazlarındaki sünnetler ve çocukların sünnet ettirilmesi gibi.
b) Gayr-i Müekked Sünnet: Hz. Peygamber'in çok defa edâ edip, bazan terkettikleri sünnet. Namazda uzun okuma, ikindi ve yatsı namazlarının ilk sünnetleri gibi. Gayr-ı müekked sünnetlere müstehab ve mendûb isimleri de verilir.
Usûl bilginleri sünneti ikiye ayırmışlardır.
a) Sünnet-i Hudâ: Bunlar ibâdetlerle ilgili dinin tamamlayıcı olan sünnetleridir. Terkeden kınanır. Ezan okumak, kamet getirmek ve cemaatle namaz kılmak gibi.
b) Sünnet-i Zevâid: İbâdetlerle ilgili olmayan Hz. Peygamber (s.a.s.)'in sünnetlerine denir. Bunları terkeden kınanmaz. Namazın rükünlerini uzatmak ve Hz. Peygamber'in yemesi, içmesi, oturması, kalkması gibi fiillerinin taklit edilmesi. Âyet-i kerimede şöyle buyurulur: "Allah'ın Rasûlünde sizin için güzel bir örnek vardır" (el-Ahzâb, 33/21).
Sünnet mutlak olarak kullanıldığında Hulefâ-i Râşidîn'in sünnetini de kapsar. Ayrıca farz ve vâcibde olduğu gibi sünnetin kifâyî çeşidi de bulunur. Ramazan'ın son on gününde itikaf yapmak ve terâvih namazını cemaatle kılmak gibi. Farz namazlarda cemâat sünnet-i ayn'dır. Yani bir kısım müslümanların cemâatle namaz kılması, diğerlerinden sünnet yükümlülüğünü kaldırmaz.
Sünnet hükmü, farz ve vâcibden az sevap kazandırır. Kasden terk halinde ceza değil, kınama gerekir.
4. Müstehab: Buna mendub da denir. Hz. Peygamber'in bazan işleyip, bazan terk buyurdukları, selef-i sâlihinin sevip işlediği ve rağbet ettikleri işlerdir. Bazı nâfile namaz ve oruçlar gibi. Müstehabın hükmü; işlenmesinde sevap olup, terkinde kınama bulunmamasıdır. Müstehab genellikle gayr-i müekked sünnet ile eş anlamlıdır.
5. Mübah: Yükümlünün yapıp yapmamakta muhayyer bulunduğu işlerdir. Bunun hükmü işlenmesinde veya terk edilmesinde sevap veya kınamanın bulunmamasıdır. Eşyada asıl olan mubahlıktır. Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyurulur: "O Allah arzda olan şeylerin hepsini sizin için yaratmıştır" (el-Bakara, 2/29). Bazan şartlar değişince, hükümler de değişir. Meselâ, haram olan şeylerden yemek içmek mübahtır. Ancak ölmemek için ihtiyaç miktarınca haram olan şeylerden de yiyip içmek farz olur. Eğer yenilen mal, başkasına aitse, yiyen bunu tazmin eder. Bu şekilde yiyip kendisini ölümden kurtarmakla sevap bile kazanır. Yemenin namazı ayakta kılacak ve oruç tutmaya kolaylık olacak ölçüde tutulması mendub ve müstehabdır. Şişmanlık için yemek mekruh, misafire ikram dışında doyduktan sonra yemeğe devam etmek haram sayılmıştır. Ancak cihad gibi bir hizmet için güçlenmek üzere fazla yemekte bir sakınca görülmemiştir. Mübah ve meşrû' eş anlamlıdır.
6. Haram: Yasaklanmış olan ve terk edilmesi istenen şeylere gayr-ı meşrû denir. Bunlardan sübût ve delâlet bakımından kesin delille sâbit olanlara "haram"; yalnız sübût veya delâletten birisi ile yasaklanmış bulunanlara ise "mekruh" denir. Harama, mahrem veya mahzur adı da verilir .
Haramın hükmü; terkine sevap, islenmesine ceza gerekmesi ve helâl ve mübah sayanın dinden çıkmasıdır. İçki içmek, kumar oynamak, anaya-babaya âsi olmak gibi.
7. Mekruh: Subûtu kat'i delâleti zannı veya subûtu zannı, delâleti kat'ı delille sâbit olan şeyler mekruh adını alır. Mekruhun hükmü amel bakımından haramın hükmü gibidir. Terkine sevap, işlenmesine ceza korkusu vardır. Mekruhun helâl olduğuna inanan kimse dinden çıkmaz. Midye istiridye, ıstakoz ve benzeri balık cinsinden olmayan deniz hayvanlarını yemek, cuma saatinde alış-veriş etmek, abdest ve gusülde suyu israf etmek.
Mekruhun harama yakın olanına "tahrimen mekruh"; helâle yakın olanına ise "tenzîhen mekruh" denir. Birincisi vâcib karşıtı olarak kullanılır. Ebû Hanife ve İmam Ebû Yûsuf'a göre tahrimen mekruh, haram değilse de, ona yakındır. İmam Muhammed'e göre ise gayr-i meşrû, haram demektir. Ancak haramlığına kesin delil bulunmadığı için "Mekruh" tâbirini kullanmıştır. Mutlak sünnet kelimesi "müekked sünnet" anlamında kullanıldığı gibi, mekruh ifadesi de prensip olarak "tahrîmen mekruh" anlamında kullanılır. Ebû Hanife, mücerred mekruh kelimesiyle "tahrîmen mekruhu" kasdettiğini Ebû Yûsuf'un sorusu üzerine açıkça ifade etmiştir (Mehmet Zihni, Nimet-i İslâm, İstanbul 1316, s.4-12).
Tahrîmen mekruh ifadesi de tenzihen mekruh ifadesi yerine kullanılır. Meselâ; Başka su varken kedi artığı olan suyu içmek ve kullanmak tenzîhen mekruhtur. Abdestte suyu israf etmek mekruh olduğu gibi, çok az kullanarak guslü mesh derecesine getirmek de mekruhtur.
8: Müfsîd: Başlanan bir ameli bozan ve ibtal eden kimsedir. Müfsidin yani başlanan bir ameli bozanın hükmü, bunu özürsüz olarak kasden yapmışsa cezanın gerekmesi, sehven yapmışsa cezanın gerekmemesidir. Başlanan bir orucu veya namazı bozmak gibi.
Sonuç olarak akıllı ve ergenlik çağına gelmiş olan her mü'minin günlük hayatta yapmış olduğu fiiller yukarda açıkladığımız sekiz maddeden birisine girer. Meselâ; meşru yoldan kazanç elde etmek helâl; rüşvet almak haram, ihtiyaç halinde karz-ı hasen almak mübah (câiz); muhtâca ödünç para vermek mendub; borcunu ödemek farz; sıkıntıda olan borçluya genişlik zamanına kadar süre vermek vâcibdir. Dinin emir ve yasaklarını öğrenmek her müslüman kadın ve erkeğe farz-ı ayn; başkalarına fayda verecek derecede ilim öğrenmek farz-ı kifâye; şer'î ilimlerde ihtisas sahibi olmak mendub; övünmek için öğrenmek mekruhtur. Satım akdinin gerektirmediği ve taraflardan yalnız birisinin yararına olân bir şârt müfsid ve böyle bir akid fâsittir. Her insan gücü dâhilindeki fiilleri yapmakla mükelleftir. Gücünün dışındaki işlerle sorumlu tutulmaz. (Fakir olana zekât ve hacca gitmenin emredilmesi gibi).
"Teklif-i mâ lâ yutak" yani yapılması mümkün olmayan zor işlerden sorumlu tutmak. Zira "Allah kişiye ancak gücünün yeteceği kadar yükler" (el-Bakara, 2/286).
İnsana görev teklif edilebilmesi için, sorumluluğu yüklenmeye ehliyetli olması lâzımdır. Ehliyet kişinin lehine ve aleyhine olan şer'î teklifleri yerine getirmeye salâhiyetli bulunmasıdır.
Ehliyet, "vücûb ehliyeti" ve "edâ ehliyeti" olmak üzere iki kısımdır:
a) Vücûb Ehliyeti: Mükellefin, insanın kendi lehine ve aleyhine âit meşrû hakların gerekliliğine salâhiyet sahibi bulunması (vâris olma hakkını lüzûmuna salâhiyetli bulunması gibi).
b) Edâ Ehliyeti: İnsanın kendisinden şer'ân mûteber olacak şekilde fiillerin meydana gelmesine salâhiyet sahibi olması. Bu da, kâmil ehliyet (akıllı ve buluğa ermiş bir insanın sahib olduğu ehliyet; kendisinin nikâh akdini kabulü, alış-veriş, icâre gibi fiilleri meydana getirmeye tam salâhiyetli olması gibi) ve kasır ehliyet (mümeyyiz bir çocuğun veya matuh (bunamış) bir kimsenin yaptığı işlerin bir kısmının sahih ve mûteber, bir kısmının ise mûteber olmaması gibi) olmak üzere iki kısımda mütâlaa edilir (Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuku İslâmiyye Kamusu, I, 31).
Allah ve Rasûlünün müslüman fertleri sorumlu tuttuğu fiiller önem sırasına göre itikat, ibâdât, muâmelât ve ukûbat'tır. Bunlar da ayrıca delillerinin sağlamlığı, lâfızlarının delâletinin katiliğine göre kendi içlerinde sıralanır. İslâmi bir toplumun imanı ve tâğutî olanı tefrik edebilmesi için yükümlülüklerini Allahu Teâlâ'nın rızasına uygun olarak bilmesi gerekmektedir.

İnsan başıboş yaratılmamıştır. Yaptıklarından sorumludur. Çünkü insan, insan olmanın, diğer bir deyişle yeryüzünde Allah’ın halifesi olmanın sorumluluğunu taşımaktadır. Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyrulmaktadır:
إِنَّا عَرَضْنَا الْأَمَانَةَ عَلَى السَّمَوَاتِ وَالْأَرْضِ وَالْجِبَالِ فَأَبَيْنَ أَن يَحْمِلْنَهَا وَأَشْفَقْنَ مِنْهَا وَحَمَلَهَا الْإِنسَانُ إِنَّهُ كَانَ ظَلُومًا جَهُولًا
“Şüphesiz biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar onu yüklenmek istemediler, ondan çekindiler. Onu insan yüklendi. Çünkü o çok zalimdir, çok cahildir.” (Ahzab, 33/72)
İnsanın yüklendiği emanet; başta akıl, irade ve iradeyi serbestçe kullanmanın gerektirdiği sorumluluk ve dîni görevlerdir.
Bu ayet-i kerimenin yanında insanın yeryüzünde Allah’ın halifesi olduğunu açıklayan ayetler de bulunmaktadır (mesela Bakara, 2/30). Bunlar göz önüne alındığı zaman daha iyi anlaşılacağı gibi insan, akıl, fikir ve ruh sahibi olarak yeryüzünde Allah’ın halifesi sıfatıyla sorumluluk sahibi kılınmıştır. Bu sorumluluğun bir sonucu olarak insanın yaptığı her hareketin, söylediği her sözün ve sergilediği her davranışın bir anlamı ve sonucu vardır. İnsanın ortaya koyduğu söz, fiil ve davranışlar anlamsız ve sonuçsuz değildir. Niyetine ve samimiyetine göre kişi yaptığı davranışlardan ya sevap alır ya günah kazanır. Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyrulmaktadır:
وَلاَ تَقْفُ مَا لَيْسَ لَكَ بِهِ عِلْمٌ إِنَّ السَّمْعَ وَالْبَصَرَ وَالْفُؤَادَ كُلُّ أُولـئِكَ كَانَ عَنْهُ مَسْؤُولاً
“Hakkında kesin bilgi sahibi olmadığın şeyin peşine düşme. Çünkü kulak, göz ve kalp, bunların hepsi ondan sorumludur.” (İsra, 17/36)
Yani insan,
أَيَحْسَبُ الْإِنسَانُ أَن يُتْرَكَ سُدًى
“İnsan, kendisinin başıboş bırakılacağını mı zanneder” (Kıyame, 75/36) ayet-i kerimesinde de ifade edildiği gibi başıboş yaratılmamıştır. Kişi yapıp ettiklerinden, sözlerinden ve eylemlerinden sorumludur. Ağzımızdan çıkan hiçbir söz, içimizde taşıdığımız hiçbir niyet ve ortaya koyduğumuz hiçbir davranış Yüce Allah’ın bilgisinin dışında kalmaz. Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyrulmaktadır:
هُوَ اللَّهُ الَّذِي لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ عَالِمُ الْغَيْبِ وَالشَّهَادَةِ هُوَ الرَّحْمَنُ الرَّحِيمُ
“O, kendisinden başka hiçbir ilah olmayan Allah’tır. Gaybı da, insan kavrayışına giren alemi de bilendir. O, Rahman’dır, Rahimdir” (Haşr, 59/22)
Her şeyi bilen, her şeyi gören, her şeyi işiten ve her şeyden haberdar olan Yüce Rabbimiz, bizim söylediğimiz her sözden ve sergilediğimiz her davranıştan tamamen haberdardır. Bu bakımdan Müslüman, Allah’a imanının bir gereği olarak İslâmî bir duyarlılıkla hareket etmek durumundadır.
DİNİ YÜKÜMLÜLÜK VE BUNA İLİŞKİN TERİMLERİ BİLME İHTİYACI
İslâmî açıdan dini sorumluluk, kişinin, dinin söylediklerine muhatap olması durumunu anlatır. Bu sorumluluğu taşıyabilmek için kişinin aklî melekeleri yerinde (âkıl) ve ergin (bâliğ) olması gerekir. Bu nitelikleri taşıyan müslümana "mükellef" denir. Mükellef, dinin söylediği ile yükümlü tutulan, düşünce, söz ve davranışlarına bir takım sonuçlar bağlanan insan demektir. Dini yükümlülüğün temel şartı, ehliyet yani kişinin dini sorumluluk taşımaya elverişli olmasıdır. Ahzab suresinin 72. âyetinde yerin ve göğün taşımaktan çekindiği emaneti insanın yüklendiği belirtilerek diğer varlıklar arasında insanın, ehliyet ve sorumluluk taşıdığına işaret edilmektedir. İnsanın dinin söylediğine ehil olması, akıl denilen anlama, düşünme ve ona göre davranma yeteneğine ve donanımına sahip bulunması sebebiyledir.
Yaratıcısına, kendi şahsına, ailesine içinde yaşadığı topluma, tüm insanlığa ve nihayet Allah’ın halifesi olarak diğer yaratılmışlara karşı sorumlukları bulunan insan, bu sorumluluklarını yerine getirebilecek bir donanım ve yetenekle yaratılmıştır. Ancak insanın bu yetenek ve donanımını doğru bir şekilde kullanabilmesi ve sorumluluğunun gereğine göre hareket edebilmesi için, kendisine kılavuzluk yapacak gerekli bilgiyi edinmesi icap etmektedir. Bu bilgilerin edinilmesi sırasında bir takım temel fıkıh terimleriyle karşılaşılır. Dini bilgilenme esnasında sık sık karşılaşılan bu terimlerin tam karşılığını bir çoğumuz yeterince bilmeyiz. İşte burada Müslüman olarak bilmemiz gereken bazı temel terimleri açıklamaya çalışacağız. Fakat önce şunu ifade edelim ki, Müslüman’ın sergilediği her davranışın, söylediği her sözün ve yaptığı her hareketin sonucu, mutlaka bunları anlatan terimlerden birisi içine girmektedir.
İslam’ın, dinen sorumlu olabilecek durumdaki kişilerden bir şeyin yapılmasını veya yapılmamasını istemesi, bu isteğin kesin ve bağlayıcı olup olmaması, bu isteği bildiren delilin, Kur’an ve Sünnette yer alması ve belli bir anlamı göstermesinin kesin olup olmaması yahut mükellefin onu yapıp yapmamakta serbest bırakılıp bırakılmaması gibi kriterlere göre belirlenen bu terimler, genellikle farz, vacip, sünnet, müstehap, mübah, mekruhve haram şeklinde yedi kısma ayrılır. Bunlar, dinen sorumlu konumdaki kişinin ortaya koyduğu eylemleri, dini sorumluluğu açısından anlatan terimlerdir.
Bu terimlerden Müslümanın yapması gerekenleri anlatanlar, kuvvetliden zayıfa doğru farz, vacip, sünnet ve müstehaptır. Zayıftan kuvvetliye doğru yapılmaması gerekenleri anlatanlar ise, tenzihen mekruh, tahrimen mekruh ve haramdır. Bu iki gurubun arasında da yapılması veya terk edilmesi hususunda herhangi bir dini yükümlülük bulunmayan fiil ve davranışları anlatan mübah terimi bulunmaktadır.
Hiçbir sözümüz ve davranışımızın sonucu, bunların dışında kalmaz. Ağzımızdan çıkan her sözün ve sergilediğimiz her davranışın sonucu mutlaka bunlardan biri içinde yer alır. Bu bakımdan Müslümanın, daima İslâmî duyarlılıkla hareket ederek söz ve eylemlerinin, dinen yasaklanmış bulunan alana girmemesi hususunda özen göstermesi gerekir.
DİNİ HÜKÜMLERİN KOYUCUSU
İnsanı yaratan Allah’tır. Onun için neyin hayırlı neyin zararlı olduğunu en iyi bilen de odur. Emrettiklerinde insanlar için muhakkak hayır, yasaklarında da muhakkak zararlar vardır. Bize düşen bunlara sarılmaktır.
Dinimizin iki temel kaynağı, Kur’an ve Sünnettir. İcma, kıyas ve diğer deliller temelde bu iki kaynağa dayanır. Hz. Peygamber dünya hayatına veda etmeden önce müminlere şu uyarıda bulunmuştur:
وَقَدْ تَرَكْتُ فِيكُمْ مَا لَنْ تَضِلُّوا بَعْدَهُ إِن ِاعْتَََصَمْتُمْ بِهِ كِتَابُ اللهِ
“Size öyle bir şey bırakıyorum ki ona sıkı sarıldığınız sürece doğru yoldan asla sapmayacaksınız: Allah’ın kitabı.”[2]
Kur’an ve Sünnette yer alan hükümlerin doğruluğuna ve geçerliliğine inanmak, Müslüman olmanın gereğidir. Mesela Müslümanın, şartlarını taşıyanlar için namazın, Ramazan orucunun, zekatın ve haccın farz oluşuna; haram kılınan hususlardan sakınılmasına inanması ve bunları kabul etmesi, mümin olmasının bir gereğidir. Allah ve Rasulü neyi emretmiş ve neyi yasaklamış ise, Müslümanların bunların doğru ve gerekli olduğuna inanması, sonra da gücü yettiğince bunlara uymaya çalışması dini bir zorunluluktur.
İslam’da bir şeyi helal kılma veya haram kılma, diğer bir ifadeyle helal ve haram kriterlerini belirleme yetkisi, sadece Allah ve Rasulüne mahsustur. Bu itibarla insanlar, Allah ve Rasulünün açık bir şekilde haram kıldığını helal yapamayacakları gibi helal kıldığını da haram yapamazlar. Bu bakımdan özellikle helal ve haramlara ilişkin olarak neyin doğru neyin yanlış olduğu hususunda keyfi değerlendirmelere girmek, heva ve hevese bağlı görüşler ileri sürmek İslam’la bağdaşmaz. Zira belirttiğimiz gibi helal, haram ve farz kılma ve bunlarla ilgili kriterler koyma yetkisi yalnızca Allah ve Rasulüne aittir. Dolayısıyla Allah ve Rasulü tarafından hükmü açıkça ortaya konanlardan başka bir takım farzlar belirleme veya haramlar koyma yetkisinin hiç kimseye verilmediği gerçeğini unutmamak gerekmektedir. Buna göre hiç kimse keyfi olarak kendince haramlar ve helaller belirleyerek Allah ve peygambere isnat edemez. Kur’ân-ı kerim’de şöyle buyrulmaktadır:
وَلاَ تَقُولُواْ لِمَا تَصِفُ أَلْسِنَتُكُمُ الْكَذِبَ هَـذَا حَلاَلٌ وَهَـذَا حَرَامٌ لِتَفْتَرُوا عَلَى اللّهِ الْكَذِبَ إِنَّ الَّذِينَ يَفْتَرُونَ عَلَى اللّهِ الْكَذِبَ لاَ يُفْلِحُونَ
“Kendi yalanınızı (adeta) Allah’a isnat ederek öyle dilinize geldiği gibi yalan yanlış ‘Bu helaldir, şu haramdır’ demeyin; çünkü haberiniz olsun, Allah’a yalan isnat edenler asla kurtuluşa eremezler!” ( Nahl, 16/116).
Bir hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur:
‏ ‏ ‏إِنَّ الْحَلَالَ بَيِّنٌ وَإِنَّ الْحَرَامَ بَيِّنٌ وَبَيْنَهُمَا مُشْتَبِهَاتٌ لَا يَعْلَمُهُنَّ كَثِيرٌ مِنْ النَّاسِ فَمَنْ اتَّقَى الشُّبُهَاتِ ‏ ‏اسْتَبْرَأَ ‏ ‏لِدِينِهِ ‏ ‏وَعِرْضِهِ ‏ ‏وَمَنْ وَقَعَ فِي ‏ ‏الشُّبُهَاتِ ‏ ‏وَقَعَ فِي الْحَرَامِ كَالرَّاعِي ‏ ‏يَرْعَى حَوْلَ ‏ ‏الْحِمَى ‏ ‏يُوشِكُ أَنْ ‏ ‏يَرْتَعَ ‏ ‏فِيهِ أَلَا وَإِنَّ لِكُلِّمَلِكٍ ‏ ‏حِمًى ‏ ‏أَلَا وَإِنَّ حِمَى اللَّهِ مَحَارِمُهُ أَلَا وَإِنَّ فِي الْجَسَدِ ‏ ‏مُضْغَةً ‏ ‏إِذَا صَلَحَتْ صَلَحَ الْجَسَدُ كُلُّهُ وَإِذَا فَسَدَتْ فَسَدَ الْجَسَدُ كُلُّهُ أَلَا وَهِيَ الْقَلْبُ
"Muhakkak ki, haramlar apaçık bellidir, helaller de apaçık bellidir. Bu ikisi arasında (haram veya helal olduğu) şüpheli olanlar vardır. İnsanlardan çoğu bunları bilmez. Bu durumda, kim şüpheli şeylerden kaçınırsa, dinini de, ırzını da korumuş olur. Kim de şüpheli şeylere dalarsa harama düşmüş olur, tıpkı koruluğun etrafında sürüsünü otlatan çoban gibi ki, her an koruluğa düşebilecek durumdadır. Haberiniz olsun, her melikin bir koruluğu vardır, Allah'ın koruluğu da haramlarıdır. Haberiniz olsun, cesette bir et parçası var ki, eğer o düzgün olursa, vücudun tamamı düzgün olur, eğer o bozulursa, vücudun tamamı bozulur. Haberiniz olsun bu et parçası kalptir."[3]
Bu çerçevede hiç kimse, Allah ve Peygamberin belirlemediği ne yeni bir ibadet ortaya koyabilir ne de bir farz. Aynı şekilde hiç kimse, ne Allah ve Peygamberinin koyduğu bir ibadeti kaldırabilir, ne de bir haram belirleyebilir. Dinin ve dolayısı ile şer’î hükümlerin koyucusu ve bunlarla ilgili temel kriterlerin belirleyicisi Allah ve Peygamberdir. Bu hususta İslam alimlerinin yaptığı, Allah ve Rasulünün koyduğu açık haramları ve helallerive bu husustaki ölçüleri anlatmak ve Allah ve Rasulünün ortaya koyduğu kriterler doğrultusunda dini meseleleri açıklamak ve güncelleştirmekten ibarettir. Dolayısı İslam dini, bir takım kimselere dini ve itikadi anlamda buyruklar ve yasaklar koyma yetkisi tanıyan yaklaşımları temelden reddetmektedir. İslam’ın orijinalitesini koruyabilen yegane din oluşu bundandır.
ŞER’î HÜKÜMLERİ ANLATAN TERİMLER
Farz
İslam alimleri, farzı, kesin bir delil ile kesin ve başlayıcı bir şekilde yapılması istenen dini yükümlülük şeklinde tanımlamaktadırlar. Buna göre farz; Allah ve Rasulünün, dinen sorumlu kişiden, yapılmasını kesin ve bağlayıcı bir şekilde istediği dini yükümlülükler farz kapsamına girmektedir. Namaz kılmak, oruç tutmak ve zekât vermek gibi.
و اقيموا الصلوة و اتوا الزكوة
“Namazı dosdoğru kılın, zekatı verin…” (Bakara 2/43).
يا ايها الذين امنوا اوفوا بالعقود
“Ey müminler! Akitleri yerine getirin…” (Maide, 5/1) anlamındaki âyetler, farz emirler ortaya koyan delillerdir. Aynı şekilde Kur’an’da adaleti, Salih amelleri en güzel biçimde yapmayı, akrabaya yardımı, ana babaya iyiliği, yetim malı yenmemesini emreden ayetler (Bakara, 2/183. Nahl 1/90. İsrâ, 17/23,34) farz emirler ortaya koyan delillere örnektir. Buna göre farz, ayet veya mütevatir sünnet gibi kesin olarak sabit olan bir nassla, açık bir şekilde yapılması emredilen dini yükümlülüktür.
Farz, mükellefin yerine getirme sorumluluğu açısından farz-ı ayın ve farz-ı kifâye şeklinde ikiye ayrılır. Farz-ı ayın, beş vakit namaz, Ramazan orucu gibi her mükellefin ayrı ayrı yapması gereken dini görevlerdir. Farz-ı ayın, bazılarının yapmasıyla diğer mükelleflerden düşmez.
Farz-ı kifâye, bazı mükelleflerin yapmasıyla diğerlerinin sorumluluğu kalkan farz demektir. Cenâze ile ilgili vazifeler ve cenâze namazı, toplum için zorunlu olan çeşitli ilim dallarında elemanlar yetiştirilmesi ve gerekli mesleklerin yerine getirilmesi ve meşru ölçüler içerisindeki vatandaşlık görevleri bunun örneğini teşkil eder. Bu görevleri toplumun bir kesimi yeterince yerine getirince diğerlerinden sorumluluk kalkar. Fakat hiç kimse bunları yerine getirmez veya yeterince yerine getirmezse, bütün Müslümanlar vebal altında kalır. Toplumda farz-ı kifayeyi yerine getirecek ikinci bir kişi bulunmazsa, artık bu farz, o kişi için farz-ı ayına dönüşür. Meselâ, cenâzeyi yıkayabilecek tek kişinin bulunması halinde, bunun yıkanması onu yapacak kişiye farz-ı ayın olur. Toplumda bir olayla ilgili şahitlik yapacak yahut hastayı tedavi edecek başka kimse bunmadığında bu görevlerin yerine getirilmesi, bunu yapacak durumda bulunan kişiler için farzı ayn haline gelir.
Farzı yapan sevap kazanır, özürsüz olarak yapmayan günahkâr olur, azabı hak eder, inkar eden ise dinden çıkmış olur. Farz-ı kifayenin sevabı, yalnız onu işleyene aittir.
Vâcib
Dini bir terim olarak vacip de farz gibi yapılması kesin ve bağlayıcı bir şekilde istenen dini yükümlülüktür. Ancak vacip, delil yönünden farz kadar güçlü değildir. Bunun sebebi, delilinin farz kadar kesin olmamasıdır. Kendi asli tanımlamasıyla söylemek gerekirse vacibin delili zannidir. Yani vacibin delili, sabit oluş yönüyle veya bir hüküm ortaya koymadaki açıklık bakımından kesin değil zannidir. Vitir ve bayram namazları gibi.
Farz ve vâcibin her ikisi de, bağlayıcı ve kesin olarak yapılması istenen şeylerdir. Ancak belirttiğimiz gibi farz, hem hükmü göstermesi açısından hem de sabit olması bakımından kesin delile dayanmakta iken vâcip, kesin olmayan, zannî bir delile dayanmakta veya hükmü göstermesi açısından farz kadar kesinlik taşımamaktadır.
Farzda olduğu gibi vâcibin de, kesin olarak yapılması gerekir. Yerine getiren sevap alır. Özürsüz olarak terk eden ise farzın terki ölçüsünde olmasa da yine de günaha girer ve azabı hak eder. Yerine getirilmesinin gerekliliği bakımdan ikisi arasında bir fark bulunmadığından bazı ilim adamları vacibeamelî farz da demişlerdir. Ancak vâcibi inkar eden kâfir olmaz. Şu kadar var ki, vacibin inkar edilmesi dinen bid'at ve günahtır.
Buraya kadar yapılan açıklamalardan da anlaşılacağı gibi, dinen sorumlu kişiden istenen yükümlülüğün dayandığı delil her bakımdan kesin ve bağlayıcı ise bu yükümlülük farz adını almaktadır. Böyle bir delilin sabit oluşunda veya hüküm ifade etmesinde zannilik var ise bunun gösterdiği yükümlülük de vacip adını almaktadır. Mesela kesin delille açık ve bağlayıcı bir şekilde emredilen Ramazan orucu farzdır. Zanni delille emredilen sadaka-ı fıtır ise vaciptir.
Sünnet
Bir fıkıh terimi olarak sünnet, Hz. Peygamberin farz ve vacip olmayarak yaptığı dini görevlerdir. Buna göre sünnet, dinde farz ve vacip olmaksızın yapılması istenen ve Peygamber Efendimiz tarafından pek terk edilmeyen işlerdir.
Sünnet ikiye ayrılmaktadır. Sünnet-i müekkede (kuvvetli sünnet) ve Sünnet-i gayr-ı müekkede (kuvvetli olmayan sünnet).
Sünnet-i Müekkede, Peygamber Efendimizin devam edip de pek az terk ettiği ibadetler, davranışlar ve işlerdir. Sabah, öğle ve akşam namazlarının sünnetleri gibi. İslam dininde büyük bir dikkatle ve önemle benimsenen ezan, ikamet ve cemaate devam gibi sünnetlere "Sünen-i Hüda" denir ki bunlar da birer müekked sünnettir.
Sünnet-i gayr-ı müekkedeler; dinî vecîbelerin birer tamamlayıcısı konumunda olan fiiller ile Hz. Peygamber’in ibadet maksadı ile bazen yaptığı, bağlayıcı olmadığını göstermek maksadıyla bazen terk ettiği veya bizzat edasının vacip olmadığına işaret ettiği sünnetlerdir. Yatsı ve ikindi namazlarının ilk sünnetleri gibi.
Peygamber Efendimizin yeme, içme, giyinme, uyuma adabı gibi ibadet kastı olmadan, insan sıfatıyla yaptığı mutat davranışlarına Sünen-i Zevâid denir. Bu gibi hususlarda Hz. Peygamber’e uymak müstehaptır ve şefaatine vesiledir. Sünen-i Zevâide uymayan bir kimse için dini açıdan bir ceza ya da kınanma söz konusu değildir.
Müekked sünnetlerle "Sünen-i Hüda" adı verilen sünnetlerin yapılmasında sevap vardır. Kasten terk edilmelerinde herhangi bir dini ceza yok ise de, bunların sevabından mahrumiyet ve dinen hoş karşılanmama durumu söz konusudur.
Gayr-i müekked ile "Zevaid" sünnetlerin yapılması dinen güzeldir. Sevgili Peygamberimize uymanın bir nişanı olduğundan, bunları yapmak, sevaba ve Peygamberimizin şefaatına kavuşmaya bir yoldur. Fakat bunların yapılmaması dinen kınanmaz.
Hadis ilminde ise Sünnet, Hz. Peygamber’den gelen söz, fiil ve onaylara denir ki fıkıh usulünde, Kur’an’dan sonra şer’î delillerin ikincisi olarak kabul edilir.
Müstahap
Sözlük anlamı itibariyle hoşlanılan, sevilen, sevimli olan, tercih edilen şey anlamına gelen Müstehap, fıkıh terimi olarak Peygamber Efendimizin bazen yaptıkları ve bazen da terk ettikleri ibadetler ve ibadetlere ilişkin bazı hususlar ve bir takım davranış ve işlerdir. Kuşluk namazı gibi. Bu bir nevi müekket olmayan sünnettir. Peygamber Efendimiz, müstahap olarak ifade edilen bazı şeyleri sevmiş ve kendi hayatında uygulamıştır. İlk kuşak Müslümanlar da bunları seve seve yapmışlar ve bunların yapılmasını öğütlemişlerdir.
Müstahap olan şeye, sevap kazandırıcı olup yapılması istendiğinden ötürü mendup ve fazilet, farz ve vacib üzerine ilave olarak yapıldığı içinnafile, kesin bir emre dayanmaksızın sadece bir sevap isteği ile yapıldığı içintatavvu, güzel ve övgüye değer bir iş olduğu için de edeb denmiştir.
Müstahap olan şeyin yapılmasında sevap vardır. Terk edilmesinde dini bir ceza ve kınanma söz konusu değildir. Müstehabın terk edilmesi, daha iyi ve güzel olanın terk edilmesi anlamına gelmektedir.
Herhangi bir zorunluluk olmaksızın yapılması teşvik edilen ve özendirilen şey anlamına gelen mendup da bazen sünnet ve müstehab terimleri ile ifade edilir.
Mendubu işleyen sevap ve mükafata hak kazanır; terk eden ise kınanmaz.
Mubâh
Sözlükte açıklanan, açığa konan, salıverilen, helâl kılınan gibi anlamlara gelen mubâh, yapılması ve yapılmaması dinde caiz görülen şeydir. Ne yapılmasında, ne de yapılmamasında günah vardır. Helal olan bir yiyeceği yiyip yememek gibi. Dinen sorumlu kişinin mübahı yapması veya yapmaması sevap veya günahı gerektirmemekle birlikte mubah olan şeylerin iyi niyetle, sözgelimi haramdan sakınmak niyetiyle işlenmesi halinde işleyen sevap kazanır. Meselâ, çalışıp helal rızık kazanmak amacıyla zamanında yatıp uyumak ve dinlenmek, ibâdete hazırlanmak amacıyla yemek içmek böyledir. Mübah bazı şeylerin terk edilmesi, kişinin sağlığına zarar verecek veya sorumluluklarını yerine getirmesini aksatacak olursa; bu takdirde mübahın terk edilmesiyle günaha girilir. Mesela sağlığını tehlikeye düşürecek derecede yememek içmemek böyledir.
Hakkında hiçbir dini yasaklama ve kısıtlama bulunmayan hususlar, dinen mübah kapsamına girer. Fıkhın genel kuralları içinde yer alan, ‘Eşyada asıl olan mübah olmaktır’ külli kaidesi, bunu ifade etmektedir.
Helal ve caiz terimleri de çoğunlukla bir şeyin mübah olduğunu anlatmak için kullanılmaktadır. Buna göre bir şey, dinin açık bir hükmüne, yasağına ve ilkesine aykırı olmadıkça helaldir, meşrudur.
Sözlükte, mümkün olmak, serbest olmak ve geçerli olmak anlamlarına gelencaiz kelimesi; bir fıkıh terimi olarak, bir söz veya davranışın dinen yapılmasına müsaade edildiğini ifade eder. Câiz, mubahtan daha kapsamlı bir terim olup, farz, vacip, mendub, mubah ve tenzihen mekruhu içine alacak şekilde geniş bir kullanım alanına sahiptir.
Mekrûh
Sözlükte sevilmeyen, hoşlanılmayan, kötü görülen ve hoş görülmeyen şey anlamına gelen mekruh, bir fıkıh terimi olarak, dinen kesin ve bağlayıcı olmayan bir tarzda yapılmaması istenen şey demektir.
Mekruh iki kısma ayrılır: Tahrîmen mekruh, harama yakın olan mekruhtur.Tenzîhen Mekrûh ise, helala yakın olan mekruhtur.
Aslında tahrimen mekruhun da haram gibi yapılmaması kesin ve bağlayıcı olarak istenmiştir. Ancak, bunu isteyen delil, haramı belirleyen delil kadar kesin değildir. Tahrimen mekruh, sonuç bakımından harama yakın derecede bulunduğu için buna amelî haram da denilmiştir. Yani tahrimen mekruhun işlenmesi neredeyse haram hükmündedir. Bu sebeple tahrimen mekruhu işlemek, haram bir fiili işlemek gibi dinen günah ve cezayı gerektirir; bunlardan uzak durmak ise dinen övülmeye ve sevaba vesiledir. Ancak inanç yönünden haram ile tahrimen mekruh arasında fark vardır; haramı inkar eden kişi dinden çıktığı halde tahrimen mekruhu inkar eden dinden çıkmış olmaz, bid’at sahibi olarak görülür.
Tenzihen mekruh olan bir şey ise, helale yakındır. Dinen herhangi bir bağlayıcılığı olmaksızın yapılmaması istenen hususlar genellikle tenzihen mekruh kapsamına girmektedir. Tenzihen mekruhun işlenmesi, dinen günah ve cezayı gerektirmemekle birlikte bunlardan kaçınmak, sevap kazandırıcı olup dinen güzel görülür. Dinî duyarlılığı olan faziletli kişiler bundan kaçınırlar.
Fıkıh kitaplarında bir kayda bağlanmaksızın mutlak olarak mekruh diğer bir deyişle kerahatten söz edildiği zaman, bundan genellikle tahrimen mekruh kastedilir.
Haram

Dinimizce yapılması kesin bir delille kesin ve bağlayıcı bir şekilde yasaklanan şeye haram denir. Haksız yere adam öldürmek, zina etmek, hırsızlık yapmak, içki içmek, kumar oynamak, domuz eti yemek, anne ve babaya karşı gelmek gibi. Bir şeyin yapılması, kullanılması, yenilip içilmesi kesin bir delille yasaklanmış ise, bunların yapılması dinen haram olur.
Haramı işleyen kimse ceza ve azabı hak eder. Dini duyarlılığı sebebiyle haramdan kaçınan kişi ise sevap kazanır.
Haramı inkâr eden dinden çıkar. Aynı şekilde haram olduğu kesin olarak bilinen bir şeyi helal saymak da insanı dinden çıkarır.
Haramların işlenmesi, Allah’ın koyduğu sınırların çiğnenmesi demektir. Bu bakımdan haramlardan kesinlikle uzak durmak gerekmektedir. Çünkü haramlara fütursuzca dalmak, Yüce Allah’ın gazabına yol açabilir. Sanki hiçbir şey olmayacakmış gibi bir rahatlık içerisinde haramlara dalmak, bir Müslüman için en büyük felaketlerdendir. Bu bakımdan haramlara karşı tavır almayan ve bu konuda dikkatsiz davranan kişilerin gerçek takvaya ulaşabilmeleri mümkün olmaz.
Allah’ın koyduğu sınırların korunması ve bunların ihlal edilmemesi Müslüman açısından son derece önemlidir. Haramlar, kişiyi ateşe götürür. Bunlar, dünya ve âhirette huzursuzluk kaynağıdır.
SONUÇ
Her şeyi bilen yalnızca Allah’tır. Allah’tan başka herkesin bilgisi, sınırlıdır. Bununla birlikte İslam dini, insanın ilim öğrenmesi için gerekli bütün yolları açık tutmuştur. İlim öğrenmek için, zaman, mekan, yaş sınırı koymamıştır. Erkek ve kadın herkese beşikten mezara kadar ilim öğrenmeyi farz kılmıştır. Kişinin hayatının her aşamasında ve her safhasında asla ilimden kopmamasını istemiştir.
İslam dini, ilim öğrenmeyi ve ilim öğretmeyi ibadet kabul etmiştir. İbadete gösterilen özenin ilim öğrenirken ve öğretirken de gösterilmesini istemiş, alimlerin kalemlerinden akan mürekkebin şehitlerin kanlarına denk olduğunu bildirmiştir.
Uzmanlık gerektiren işlerde, mutlaka gerekli bilgilerle donandıktan sonra işe başlamayı tavsiye eden dinimiz, yalın bilgiye değil, yaşanan bilgiye önem verir.
Müslümanın günlük hayatıyla ilgili dini bilgileri içeren ilmihal kitapları, dini hayatımızda çok önemli bir yer tutar. İşte burada açıklamaya çalıştığımız dini terimler, ilmihal kitaplarının alfabesi mahiyetindedir. Bu bakımdan bunların doğru bir şekilde bilinmesi, müminler için çok önemlidir.

Kar©glan Başağaçlı Raşit Tunca
Smileys-2
Reply


Forum Jump:


Users browsing this thread: 1 Guest(s)